Gülnaz

Gülnaz

GÜLNAZ
        
Yaz sıcağının hükmünün az da olsa geçmeye başladığı gece sessizliğinde herkes uyuyordu.  İnsanın kafasını eğerek geçebileceği ahşap kapılı, ortası yıpranmış hasırla kaplanmış basık tavanıyla, kerpiç ve taş karışımı odanın küçük camından ayın şavkı vuruyordu; hüznün her tonunu barındıran buğday sarısı yüzüne.  

Yalnızlık, hayatına öylece girivermişti küçücük yaşında. Yalnızlığa alıştığı söylenemezdi lakin ondan şikâyetçi de değildi. Annesinin elleriyle diktiği, annesizliğini dindirdiği, kendisi için en güvenilir sığınak olan yün yorganı üzerinden attı.  Yavaşça doğruldu. Her ne kadar gıcırtısından hoşlanmasa da umarsız tavırlarla her sabahki alışkanlığıyla kapıyı aralayarak eyvana çıktı.

Su gözündeki kuyudan doldurduğu testiler, güğümler sedirin altında, serinde dururdu. Bakır ibrikteki serin suyla yüzünü yıkadı. “Aşana” dedikleri mutfağa girdi. Kendisine azık hazırlamak için düşündü. Etrafa bakındı. Ambardaki biraz unla, çömlekteki tereyağı ve orta direkteki çivide asılı olan bez içinde kurumuş azıcık keşten başka bir şey göremedi. Horozun ötmesiyle avlunun bitişiğindeki kümese koştu. Folluktaki iki yumurtayı görünce nadiren görülen gamzesi tekrar belirdi yüzünde. Dağdan topladığı çalıları tutuşturarak ocağı yaktı. Un ve yumurtanın birleştiği kayganayı hem dedesi sever hem de kendisine azık yapardı. Kaygananın yanında bir de keş oldu mu, en zengin sofra kurulmuş olurdu. Ne de olsa bu yıllar kıtlık yıllarıydı.

Gülnaz dört yaşındayken kaybetmişti babasını. Onun için acının tarifi babasızlıktı. Her akşam annesinin dizinde uykuya dalmadan onu düşünürdü. İnce hastalık illeti gencecik yaşta almış götürmüştü babacığını. Annesinin günlerce matem içinde nasıl zayıfladığını hayal meyal hatırlar oldu. Babasının yokluğunda daha bir düşkündü annesine.      

Onun peşinden ayrılmaz olmuştu. O küçücük yüreğiyle ikinci bir ayrılığı kaldırması zordu. 
Uzun boyu, siyah bıyıkları, ince yüzündeki hissizlik ve insanı rahatsız eden peltek sesiyle dedesiyle konuşurken görmüştü ilk kez onu. Hiç hoşlanmamıştı. Sevmediği ot insanın burnunu dibinde bitercesine sık sık eve gelir olmuştu. Arada bir başını okşar, getirdiği kuru üzümden ona bir avuç verirdi. O, eve her geldiğinde annesinin yüzü düşerdi. Zoraki, “Hoş geldin Ahmet.” derdi. Kızını daha sıkı sarar, teninin kokusunu adeta ciğerlerine çekerdi.

Ahmet yine eli dolu gelmişti eve. Kıyafetler, takılar, yiyecekler bir de at vardı yedeğinde. O gün annesi hep ağlamıştı. Durduk yere Gülnaz’a sımsıkı sarılıyordu. Onu yüreğine bastırıyordu. Saçlarını kokluyor, elleriyle yüzünü okşuyordu. Gözyaşları yanaklarından çenesine kayarak damlıyordu. 
Her haliyle halsizliği ve içinde bulunduğu durumdan hoşnutsuzluğu yüzünden okunan dedesi, ikide bir gelinini yanına çağırıyordu.  Onu bir şeylere ikna etmeye çabalasa da bunda bir türlü başarılı olamıyor, yutkunuyor, kelimeler boğazında düğümleniyordu. Yüzü gülen sadece Ahmet’ti; gerisi çaresizlik içinde avcıdan kaçmaya çalışan avdan farksızdı. 

Akşam olduğunda annesi her zamanki gibi dizine yatırıp ona ninniler söyleyerek Gülnaz’ı uyutmuştu. Sabah kalktığında annesini aramış durmuştu. Odalar, mutfaklar, mabeyin, aşana, kümese bile bakmıştı da bulamamıştı. Bazen koyun sürüsünün başında gittiği olurdu. Bir an içine ferahlık gelmişti. İkindiyi beklemişti heyecanla. Dedesi ortalıklarda görünmemeye çalışıyordu. Karnını doyurup arada bir de Gülnaz ne yapıyor diye bakıp hemencecik kayboluyordu. İkindi olunca sürü geldi ama annesi yoktu. Yüreğinin tam ortasına bir acı oturdu. Neredeyse nefesi kesilecekti. Dedesi avluya girince ona koştu. Bacağına sarıldı.

“Dede, annem nerede!” derken hüngür hüngür ağlıyordu. Yılların biriktirdiği yükü sırtında taşımaktan yorulan dedesi metaneti bırakıp torununu sıkıca kucakladı.  Hiçbir şey demeden dakikalarca öyle kaldılar. Gün akşama, akşam da kasvete bırakmıştı kendini. Çıradan çıkan is kokusunun genzi yakmasının dışında her şey donmuştu sanki. Ağlamak, ağlamak yine ağlamak... Elden gelen tek şeydi.
Gülnaz; annesinin nereye gittiğini, şimdi nerede olduğunu, nasıl bir hayat yaşadığını ve daha nice soruların cevabını aradan geçen onca yıl boyunca hep merak etti durdu.  Ne zaman cesaret edip dedesiyle konuşmak istediyse dedesi, onun sorularına susarak karşılık veriyordu. 

Musa AVCI

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ