Hazan Yılları
Kadir Tansı’ya
HAZAN YILLARI
Tavanı basık evin eskitme ahşap kapısını gıcırtıyla açtı. Vestiyer niyetine kullanılan duvardaki demir askılıktan parkesini alıp üstüne geçirdi. Salonun ortasında bir an durdu. Bir şey yapacakmış da öncesinde halletmesi gereken ondan daha önemli bir iş varmışçasına yeşil boyalı, camsız demir kapıya yöneldi.
Küçük odada öylece kalakalan Bahriye, sesine sinen telaşla:
"Yavrum nereye ?" dese de sesi, hızla örtülen demir kapının çıkarttığı sesin soğuk gürültüsü altında ezildi.
Bahriye; Şevket'in de, babası gibi kafasına koyduğunu yapma inadı olmasaydı, kapıyı açar onu zorla çağırır, nereye gittiğini sorardı. Nedense, yıpranmış yüreğinde daha önce yaşadıklarından farklı bir acı duydu.
Boş gözlerle odanın içinde etrafa bakındı. Odanın tüm yükünü çeken ardıçtan direğe asılmış fotoğrafa yöneldi. İncitmekten imtina edercesine çividen çerçeveyi çıkardı, onu ellerinin arasına aldı. Direncin sembolü, dik siyah saçlar altında yaşadıkları bütün olumsuzlukları yok sayan geniş alın; altında biraz dağınık gür kaşlar, kenarları kalın hatla çevrili siyah gözlerle ona bakıyordu. Düz, hafif basık burnu, geniş bir o kadar da kuvvetli iradenin yansıması yüzünün en önemli aksesuarıydı. Dolgun sayılamayacak incelikte dudaklarından her an birkaç cümle dökülecekti sanki.
Yılların hasretini dindirircesine sinesine bastırdı. Şefkat ve daha nice duyguyu barındıran hüzünlü bir kalbin yansıması olan gözyaşları döküldü çerçeveye. Gözyaşlarını silerken sevgiyle öptü, kokladı... Tıpkı ilk evlendikleri günmüşçesine...
Bahriye, oğluyla ilgili her üzüldüğünde yaptığını yapıyordu. Fotoğrafla, yani hayatının erkeğiyle, konuşup dertleşiyordu. Belki de yıllardır tek tesellisi buydu. Fotoğrafla konuşmak... Ona anlatırdı içindekileri bir bir. Hayat denen bu hengâmede, hasat zamanı atların arkasına bağlanan düven altında ezilen başaktan farksız örselendiklerini. Nefes alıp iki lokma zorla yutmanın dışında yaşadığına dair emare taşımayan biri olduğunu. Ve nereye doğru sürüklendiklerini bilemediğini… Anlattıkça anlatırdı… O ise sadece dinlerdi hiç değişmeyen bakışıyla.
Çerçeveyi yerine aynı özenle geri astı. Adını koyamadığı boşluk hissiyle odada dolandı. Ocağın başına geldi, isteksizce mindere oturdu.
Ocakta alevler azalmış, közün üzeri küllenmişti. Sönmek üzere olan ocağa birkaç odun attı. Yeniden parlayan alevlere bakarken on altı yıl öncesi gözlerinin önünde canlandı.
Bütün bu acılara rağmen zamanın hızla geçip gittiğini düşündü. Eşinin gidişi her an gözünün önüne geliyordu. Güneş nasıl her gün batıyorsa o da kocasının elinden alındığı anı her gün zihnine kazıyordu. Kendinden emin bakışları ve asla zapt olunmayan sinirleriyle o da tıpkı oğulları Şevket gibi çıkıp gittiği gün kendisinin de güneşinin battığını düşünüyordu. Stalin’in, Sovyetler Birliği’nde iktidarı tamamen ele geçirip kanun tanımaz, vicdan yoksunu, cellâtça davrandığı yıllardı.
Kırım Muhtar Sovyet Reisi Veli İbrahim idam edildiğinde takvimler 1928 yılının mayısını gösteriyordu.
Stalin iktidarı, şüpheli gördüğü Kırım halkına karşı büyük bir imha kampanyasına girişmiş, Mehmet'ini de "kulak " olduğu gerekçesiyle sorgulamışlardı. İşkenceye maruz kalan sadece Mehmet'i değildi. On binlerce Kırım Tatar'ını da “kulak” oldukları iddiasıyla Ural Dağları’na, Sibirya’ya ve başka yerlere sürerek onları hem haritalarından hem de canlarından etmeye çalışmıştı.
Bahriye, ocağın başında bunları düşünürken hıçkıra hıçkıra ağlamak istedi ama tek damla yaş akmadı gözlerinden. Alışılmadık bir hırsa kapıldı, elinde olsa bütün dünyayı alev alev yanan ocağın ateşine çevirebilirdi.
Bu olmazolası düzen, babasını almıştı elinden. Anası neredeydi hiç bilmiyordu. Kardeşleri her yerde olabilirlerdi, belki de hayatta değillerdi. Şevket, yaşanan onca ezaya karşı onun, ayakta durabilmesini sağlayan son kalesiydi. Ona bir şey olursa ne yapardı? Bunu düşünmek bile onu çileden çıkarıyordu. İmanı olmasaydı, dayanılmaz ağrı yumağına dönen başını koparıp atabilirdi.
Gözü, evin direğinde asılı duran fotoğrafa tekrar kaydı. İlk ve tek aşkı Mehmet’in sabrı telkin ettiğini düşündü.
Moskof askerlerine yakalandığında, Bahriye’nin gözleri önünde işkence etmesinler diye, o gün hiçbir şey demeden, evden hızla çıkıp Akmescit Meydanı’na gittiğini, orada Stalin’in askerleri tarafından yaka paça tutuklandığını, Sibirya’ya sürgün için hayvan gibi vagona atıldıklarını; açlık, susuzluk içinde günlerce neler çektiklerini ve daha fazlasını anlatmıştı komşuları Gözsüz Mensit.
Bahriye dayanamayıp:
“Sus! Mensit sus!“ demişti. Daha dün gibi aklındaydı. Umudunun nasıl yangın yerine döndüğünü, günlerce nasıl ağladığını anımsayınca, anıların tazelenmesinin verdiği ızdırapla gözleri kızardı. İçinin ocaktaki meşe odunundan farksız yandığını hissediyordu.
Beynini esir alan düşüncelerin tesirinden kurtulmak ümidiyle kalktı. Umursamaz adımlarla pencere önündeki ince uzun ceviz ağacından yapılmış sedire oturdu. Karşısında duran ovada özgürce koşan rahvan atları aradı gözleri. Kilim deseni güzelliğindeki ekili tarlalar yok olmuştu. Çocukları ağacın gölgesindeyken, tükenmek bilmeyen kuvvetle çalıştıkları sarnıcın yanındaki bahçelerinde de, ne avar kalmıştı ne ağaç. Sapsarı olmuştu bakımsızlıktan.
Babasının uçsuz bucaksız tarlaları acaba ne haldeydi bilmiyordu. Birden çocuk olma hissine kapıldı. Sarı saçlarının buğday sarısı yüzünü belirginleştirdiği dünya tatlısı çocukluk yıllarına tekrar dönebilmeyi arzuladı. En iyi anlaştığı amcasının kızı Menaltın’la kavganın, küslüğün olmadığı; bez bebeklerle bıkmadan usanmadan evcilik oynadıkları günleri düşledi.
“Ah çocukluk, güzel çocukluk…”
“İnsan neden büyür?” derken, sesi pencere camına çarpıp odaya yayıldı. Bereket fışkıran toprakların verimsizleşerek açlığa mecbur edildiklerini anlamaya çalışıyorken kapı sesiyle irkildi. Şevket gelmiş olmalıydı. Pencerenin yanından kalkıp kapıya gitmek, Sibirya’ya gitmek kadar uzun geldi. Yüreğinden çıkıp Rab katına yükselen binlerce niyazla kapıyı araladı. Karşısında bıyıkları yeni terlemeye durmuş, geniş alınlı, siyah saçlı, iri kahverengi gözleriyle hüzünle bakan bir delikanlı… Her halinden acelesi olduğu anlaşılan bir heyecanla:
“-Bahriye Teyze! Şevket…” dedi.
“Hayırdır evladım Şevket’ime bir şey mi oldu?”
“Şey...”
“Şey ne evladım? İnsanı merakta koymasana! De hele ne oldu Şevket’ime?”
“Teyze, Şevket’i askerler götürdü.”
Bahriye dondu kaldı. En büyük korkusuydu Şevket’i yitirmek. Onun da babasının kaderini yaşayacağından endişelenmişti hep. Ne konuşabildi ne hareket edebildi. Öylece kalakaldı. Bir ara gözlerinin karardığını hissetti. Olduğu yere öylece yığıldı.
***
Bahriye’ye bu kara haberi veren genç, Şevket’in kader arkadaşım dediği Kolgay’dı. Bir gün öncesinde sözleşmişlerdi. Caminin yanındaki İhsan Ağa’nın evinde mahallenin gençleriyle buluşup yapılan bu zulme karşı ne yapabileceklerini konuşacaklardı.
Tam toplantı anında askerler evi basmış orada bulunanları derdest edip götürmüşlerdi. Kolgay, askerin bir anlık dalgınlığından faydalanıp cami duvarının ardındaki çalılığa gizlenmeyi başarmıştı.
***
Tek tesellisi olan iki gözünün nuru, yiğidi Şevket’i de Ural Dağları’na sürgüne gönderildiğinden bu yana onun için Akmescit’e güneş doğmuyordu. Yağmur sonrası gökkuşağı da rengârenk değildi. Her an hüzün bulutları dolaşıyor, komşular her geçen gün azalıyor, birkaç ihtiyar ile kocası sürgüne gönderilmiş birkaç duldan başka kimsecikler kalmamıştı Hocaali Sokağı’nda. Sessizlik hâkim olmuştu her yere.
Moskof rejimi, hayata tutunduğu son dalı da kopan Bahriye’yi de rahat bırakmadı. Onun ipini de çekmişlerdi. Asker eşliğinde Akmescit İstasyonu’na getirilip iteklenerek bindiği vagonda uzun süre sızılarıyla baş etmek zorunda kalmıştı. Mecali kalmayan bünyesine hükmedememişti. Akbaba gibi zihnine üşüşen düşüncelere çaresiz boyun eğdi.
Sokakta oynayan çocukların yerini askerlerin bot sesleri almıştı. Umudun ne manaya geldiği bile unutulmuştu geride bıraktığı Kırım yurdunda. Her an kapı vurulabilir, bir asker gelip seni sorgusuz sualsiz götürebilirdi. Sürgüne gitmek ölüm, Kırım’da olmak ölümü beklemekti.
Musa AVCI
0 YORUMLAR
Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...