Öyküler
Reklam Müdürü

Soner Demiröz’e
REKLAM MÜDÜRÜ
Ayrıldığım işten aldığım para da yavaş yavaş suyunu çekiyordu. Gurbet elde ne yapılır ne edilir, kime ne denilebilirdi ki? Acilen işe ihtiyacım vardı. Ne iş olsa yapardım. İş beğenmeme lüksüm yoktu. Tamam da ne yapacaktım? Camekanlı dükkanların önünden kafamda binlerce soruyla geçiyordum. Çalışacağım bir iş… Bir iş… Mutlaka bir iş bulmalıydım.
Küçük bir büfe, dışarıda satılmayı bekleyen gazete ve dergiler…
Dergi!… Evet! Evet, dergi ya! Hay Allah! Nasıl da düşünemedim. İnsan bildiği işi yapmalı, değil mi ama? Yıllarını bir buluşa harcayıp da sonunda hayalini gerçekleştiren bir mucit bile benim kadar sevinemezdi. Gerginlik, tedirginlik yerini tatlı bir heyecana bırakmıştı. Sihirli kelime “dergi”ydi.
İnsan bilinmezlik içinde yönünü şaşırıyordu. Şimdi rotamı çizmiştim. Hedef belli… Benim için zor olan buydu; fikir bulmak…
İçerik dediğin nedir ki, yazmayı arzulayan bir yığın insan var ortalıkta. Ama ciddi bir muhtevası olmalı… Dikkat çekmeli edebiyat aleminde… Bu işin sırrı reklamdı, reklam alabilmekti. Ne kadar çok reklam, o kadar huzur… Birçok şirket vardı, gerekirse hepsine tek tek gider, bütün gücümle ikna yeteneğimi kullanırdım. On - on beş sağlam reklam aldım mı, dergi işi tamamdı.
Eve gitmeli, üstümü başımı düzeltmeliydim.
Lacivert kumaş pantolon, üstüne beyaz bir de gömlek, rugan ayakkabı… Ciddi görünmeli. Elimde projemin dosyaları, ayna karşısındayım; her şey tamam…
İlkler her zaman önemlidir, öyle bir yerden başlamalıyım ki… Büyük bir şirket hatta holding olmalı… Her tarafı camla kaplı lüks bir bina… Holding yazıyordu şatafatlı tabelada. Ya muhatap bulamazsam? Yok yok başka bir yer bulmalıydım. İlkler önemliydi.
Ana caddeden sapınca gözüme “Bildik Şirketler Topluluğu” yazan mütevazı tabela ilişti. Tam benim istediğim gibi, ilk, ilkler önemli. Ne çok büyük ne de çok küçük… Cesaretimi topladım “Ne olacaksa olsun.” deyip içeri daldım. Girişin karşısındaki masada oturan, saçları iki yana ayrılmış sarışın sekreter beni karşıladı. Sekreterin samimi tebessümüyle cesaretimi topladım.
- Yetkili biriyle görüşmek istiyorum.
- Konu neydi?
- Reklam…
“Şu an yetkili kimse yok, yarım saate kadar burada olurlar.” dedi.
Fena sayılmazdı. Hem olumsuz bir şey de yoktu. Arkadaşlarla gittiğimiz çay ocağı yakındı, oraya gittim. Bizimkilerden Emre de oradaydı. Beni böyle afili görünce şaşkınlığını gizleyemedi. “Hayırdır, ne bu hal?” dedi. Dergiden bahsettim. Yapacaklarımı ballandıra ballandıra anlatınca güldü. Küçümseyen, alaycı bir tavırla, “Dergiye beni de müdür yaparsın artık kardeş.” dedi.
Moralimi bozmamak için çay içmeden kalktım. Dar bir sokaktan caddeye çıktım. Bu gerizekâlı benim başarıp başaramayacağımı nereden bilebilirdi ki? Öylesine boş boş konuştu işte. Kafaya takmaya değmezdi.
Ooo saat gelmiş, vakit geçirmeden sıcağı sıcağına gitmeliydim. Şirketin yolunu tuttum.
Yöneticiler gelmiş olmalıydı. Kafamda cevabı olmayan deli sorular... Acaba nasıl birileri? Ben konuşmaya başlayınca tepkileri ne olacak? Sekreter az da olsa bahsetmiştir herhalde. Soğukkanlı olmalıyım. Cümleleri iyi seçmeliydim ki etkili olsun. Olan olacaktı… Şuraya bir an önce gireyim de…
Sekreter beni tanıdı. Samimi gülümsemesini tekrarladı.
- Buyurun oturun ben haber vereyim, diyerek içeri girdi. Devetüyü berjere eğreti şekilde oturdum.
- Sizi bekliyorlar…
Olan olmuştu. Deriyi yüzmüş kuyruğuna gelmiştim. Geri dönüş yoktu. Utanmak da neyin nesiydi? Çalmıyor, çırpmıyordum. Alnımın teriyle iş yapacaktım.
Gözü yormayan sadelikte, iyi döşenmiş odaya adımımı atar atmaz oda parfümü genzimi yaktı. Ofis masasında ellili yaşlarda, yuvarlak yüzlü, kumrala yakın saçları kısa kesilmiş bir kadın oturuyordu. Ciddi kıyafetler giymişti. Masanın hemen önünde bedeninin çelimsizliğine inat, gür, dağınık sakallı, bıyıkları sigaradan sararmış bir adam… İkisi birden bana bakıyorlardı. Merhaba, dedim. Sakallı adam, deri döşemeli koltuğu işaret etti. “Anlat derdini, seni dinliyoruz.” dedi.
Zihnimde defalarca arka arkaya sıraladığım cümlelerden eser kalmamıştı. Zamanı verimli kullanmalıydım. Söze girmeliydim. Filmi geri sarıp ilk fikrin aklıma geldiği andan itibaren yapacaklarımı anlatmaya başladım. Sözümü hiç kesmiyorlar, gözlerini benden ayırmıyorlardı. Konuştukça heyecanım azalıyor, daha rahat kendimi ifade edebiliyordum. Dinlerken arada farklı mimikler yapıyorlar, ilginç fikir, dercesine kafalarını hafifçe sallıyorlardı.
Masada oturan hanımefendi acemiliğimi yüzüme vururcasına söze girdi:
“İyi de delikanlı sen kendini tanıtmadın!”
Ne güzel ilerliyordum. Nasıl yapmıştım bu hatayı? Hay aksi! Açık tenimin kızardığını anlamışlar mıydı? Bir çuval inciri berbat etmeden bir şey yapıp toparlamalıydım.
“Çok özür dilerim.” dedim. Dalgınlığıma geldi. Unutuvermişim…
Dudağının altındaki, sigara içmekten sararmış sakalını parmaklarıyla oynayan adam gülümseyerek önemli değil, dedi. Gülümsemesinden aldığım güçle kendimi tanıtmaya başladım. Memleketimi söyleyince birden yüzünün şekli değişti. Babacan bir hal aldı.
- Ya öyle mi?
- Peki Konya’nın neresinden?
- Hadim.
- Hadi canım sen de! Hemşehri olmamız bir tarafa ekmeğinin peşinde koşman, girişimciliğin, cevvalliğin, cesaretin beni ziyadesi ile etkiledi. Bak şimdi seni bizim şirketlerden biri olan televizyona yollayacağım. Genel müdür damadım olur, şimdi onu arıyorum ve gerekenleri söylüyorum. Haydi sen oraya git. Sekreter sana tarif eder, uzak değil zaten.
- …
Şimdi reklam veriyorlar mıydı? Demek ki bu işlerle damadı ilgileniyordu. Ona telefon açıp gerekeni yap diyecek olmalıydı. Kafam allak bullak olmuştu. Sekreterin tarifi üzere televizyon binasını bulmam zor olmadı.
İş hanının ikinci katıydı. Soluk sarı demir kapı karşıladı beni. Tereddüt etmeden elim kapının yanındaki zile gitti. İri yarı, bir doksan boylarında, insan azmanı biri kapıyı araladı. Ege aksanıyla neden geldiğimi sordu. Yönetim kurulu başkanının yolladığını, genel müdürle görüşeceğimi söyledim. Hayatımda ilk kez bir TV binasına giriyordum. Oldum olası hep merak ediyordum. Nasip şimdiyeymiş… Makyaj odası, mutfak, stüdyo yazan kapıları geçip sekreterin olduğu yere geldik. Beyefendi genel koordinatörlükten geliyor, Soner Bey ile görüşecekmiş, dedi. Güler yüzlü, uzun, siyah saçlı sekreter geleceğimi bildiğinden bekletmeden beni içeri aldı.
Dik, siyah saçları öne doğru taranmış, otuzlu yaşlarda biriydi genel müdür. “Abim hoş geldin, gel otur şöyle.” dedi. Bir tuhaf oldum. Resmi olmasını beklediğim, reklam almak için uğraşacağım adam bana samimi bir dille konuşuyordu. Nasıl karşılık vereceğimi şaşırmıştım. Aklımın şirazesi iyiden iyiye kaymıştı. Kendime gelmeliydim. Ne yapacağım belliydi. Ne yapıp ne edip dergi fikrini hayata geçirmeliydim. Bunun için bu reklamı almalıydım. Ciddiyetimi takınarak yönetim kurulu başkanına ne söylemişsem hepsini anlatmalıydım. Dergi fikrimden bahsediyordum ki sözümü kesti:
“Az önce seninle ilgili her şeyi bana anlattılar. Şimdi ne yapalım biliyor musun? Açlıktan karnım zil çalıyor, gel seninle bir mekâna gidelim, orada hem karnımızı doyurur hem senin meseleyi konuşuruz, olmaz mı?” dedi.
Rüya mı gerçek mi, nasıl bir şeydi yaşadıklarım? Anlamak için kendimi zorladıkça daha da karmaşıklaşıyordu zihnim. En güzeli akışına bırakmaktı.
Şehrin dışında lüks bir restorana geldik. Bizi özel bir masaya aldılar. Garsonlar, sürekli bir isteğimizin olup olmadığını soruyorlardı, mekan sahibi arada bir yanımıza uğruyordu.
Soner Bey özenerek yavaş yavaş önündeki yemeklerden yiyordu. Memleketten konuşuyordu, kendini anlatıyordu, bir türlü benim mevzuya gelmiyordu. Bir yolunu bulup konuyu değiştirip kendime getireyim diye düşünürken, “Gelelim senin meseleye.” dedi.
- Kayınpederim, yani yönetim kurulu başkanımız senin girişimci yapından etkilenmiş. Yaşanan sıkıntıların artmasından dolayı geçen hafta reklam bölümündeki herkesin işine son verdik. Dilersen seni yeni bir ekiple reklam bölümünün başına düşünüyoruz. Ne dersin?
Musa AVCI
0 YORUMLAR
Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...