Satılık Bakkal

Satılık Bakkal

Babam Mustafa Avcı’ya
SATILIK BAKKAL
Bahar bitmiş yaz sıcağı kendini daha çok hissettirir hale gelmişti. Asfaltın kenarındaki beton kaldırımdan bir iki basamak aşağıda, turkuaz mavisinin yeşile çalan kapısı sürekli açık bakkal dükkânına, müşterilerden biri giriyor diğeri çıkıyordu. 
Otobüs terminali, kasaba cezaevi ve ana yola çok yakın olması, bu müşteri yoğunluğunun sebebi olsa da, halkın asıl ilgisi bakkala duydukları güvenden kaynaklanıyordu.
Üçe alıp dokuza satayım da daha çok kazanayım derdinde olmadı hiç. Bakkal Mustafa hesap kitap bilmezdi.  Az olsun bereketli olsundu. Kapının sağında duran koyu mavi gövdeli, cam bölmeli tezgâhta bulunan bütün kuruyemişler taze olurdu. Yumurtayı evinde beslediği tavuklardan günlük getirir, hatta yumurtaların yarısını piknik tüpünün üzerine koyduğu bakır tencerede pişirirdi.
        Peynir onun için çok önemliydi. Kasabanın ilk peynircisi oydu. Her hafta sonu Konya'ya gider Kapu Cami’nin güneybatısındaki Peynirciler Çarşısı’na gelir; koyun, keçi, inek sütlerinden yapılmış tulum peynirlerini tadarak seçerdi. Müşterilerinin ağız tatlarını bilirdi. 
         Tarihi geçmiş ürün onun bakkalında asla bulunmaz, kendinin de gönül rahatlığıyla tüketebildiği yiyecekler olurdu raflarında. Köyünden ayrılalı yıllar geçmiş, çoluk çocuğunun nafakası için gurbete gitmiş, her ne iş yaptıysa harama bulaşmadan helalin peşinde koşmuştu. Onca zaman sonra dişinden tırnağından artırdıklarıyla bu bakkal dükkanını açmıştı. 
        Geldiği yeri bilir, hangi güçlüklerle mücadele ettiğini unutmaz, sürekli Rabbine şükrederdi. Onun bu özelliği herkes tarafından bilindiğinden her geçen gün kasabadaki saygınlığı da artıyordu. Koşuşturmaya devam ederken aile nüfusu da çoğalıyordu. 
         Acıyla yoğrulmuş bir hayat ona çok şey öğretmişti. On iki evladı olmuş dördünü henüz birkaç yaşlarındayken elleriyle toprağa vermişti. Hele ilk göz ağrısı Fatıma’sı yüreğini lime lime ediyordu. Gelin etmiş, torunları olmuş; beşinci torunundan sonra doğum yaparken can vermişti. Torunlarını sahipsiz bırakmamış her an onları da gözetmişti. 
         Okumayı yazmayı askerde öğrenmişti. Ne zaman okuma ya da okula dair söz geçse hemen okuma-yazmayı öğrenince askerde nasıl onbaşı yapıldığını anlatırdı uzun uzun. Okumaya, okula karşı ruhunun derinliklerinden taşan sevgisi vardı. Çocuklarını okutmak istemiş hatta torunlarını da okula göndermiş ama içinde bulundukları ortamla, evlatları ve torunlarındaki isteksizlik bu arzusunu gidermesine engel olmuştu. 
         Yaşı ilerleyip işe güce eskisi gibi koşuşturamaz olunca ortanca oğlu Mehmet, babasının en büyük destekçisi olmuş hatta babasının bütün yükünü almıştı. Toptancılar, resmi işler, alacaklar, ödemeler neredeyse hepsiyle o ilgileniyordu. 
         Bakkal Mustafa genelde öğleye doğru gelir, para kasasının yanındaki demir ayaklı sandalyeye oturur. Başındaki el örgüsü takke, geniş alnı, gözlerindeki canlılık ona, yaşının ilerlemesine rağmen bir heybet kazandırıyordu. 
        Kavurucu yaz sıcağına aldırış etmeden yolun karşısındaki garajın giriş kapısına bakıyordu. Sıska vücuduna yük gibi duran ince uzun kolları, bu durumu dengeleyen kısa boynu, yeşile çalan gözleri ve kumral saçlarla, sevimli yüzü göründü en küçük oğlunun. Daha dün doğmuştu sanki, ne zaman büyümüştü böyle?  Torunlarının birçoğundan yaşı küçüktü. “Bu senin torun mu?” diye soranlara gülümseyerek: “Yok o benim oğlan, son kesen yani.” derdi. 
Kızlar, gelin gitmiş üç oğlanın en büyüğü şehirde devlet işine girmişti. Torunlar okumamış kimi sanayide tamircinin yanında, kimi kamyonda muavin olarak çalışıyordu. Ortanca oğlan askerlik çağına gelmiş; bugün yarın celp haberi gelirdi. O da askere giderse bakkalın işleri ne olurdu? Hesap kitap işleri, evrak takibi, toptancılar, gelir gider hesapları, gelen malların indirilip kaldırılması, raflara yerleştirilmesi bütün bunların üstesinden gelmek oldukça zordu. Hem ilerleyen yaşı hem uzun zamandır bu işleri ortanca oğlanın yapıyor olması…
İşyerini kapatsa halleri ne olurdu? Onca horanta… 
Gerekirse yine kerpiç keserim, amelelik yaparım hatta olmadı İstanbul’a giderim diye düşündü. Daha önce bunların hepsini yapmıştı fakat dizlerindeki tarifsiz sızı, kollarındaki dermansızlık, cesaretini kırıyordu.
Beyni durmak üzereydi. Doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyordu. Güneş tam tepeye gelmiş, sıcaklık şiddetini daha da artırmıştı. Düşünceleri giriftleşince hep sakalını sıvazlardı. Asker, torun, ev, geçim, bakkal, küçük oğlanın okulu… Bütün bunlar zihnini bir bir yokluyor, eli de sakalından hiç düşmüyordu. 
Abisi askere gidince Yusuf’u yanına almak fikri, içine düştüğü cendereden çıkartır gibi olsa da…
Ortaokulu başarıyla tamamlamış olması, liseye devam etme arzusu, takım elbiseyle okula gidiyor olmasındaki büyük haz… 
O derin derin düşünürken Yusuf çoktan gelmişti. Babasının bu hali aslında çok da alışık olmadığı bir durumdu. Sükût etti. Babası derin uykudan uyanırcasına uyuşmuş bedenini elleriyle ovuşturuyor, abisi de içeride müşterilerle ilgileniyordu. O da boştaki küçük tabureye usulca ilişti. 
Babasının içinden geçen duygularından habersiz bekliyordu. 
Elindeki sarı zarfı uzatırken muhtar: 
“Senin oğlanın askerlik belli oldu. Çok şanslısın acemi birliği Konya Dutlukırı…” dedi.
Mustafa sırtını döndü bakkala baktı, muhtara baktı ve Yusuf’la göz göze geldiler. Onca güneşe rağmen bedeninde bir soğukluk hissetti. Oturduğu sandalyeden ağır ağır kalktı. Tekrar emek emek bu günlere getirdiği bakkala baktı.
Karar verme zamanının gelip çattığını biliyordu. Kendinden beklenmedik bir çeviklikle dükkâna girdi, boş sabun kolisini elleriyle düzgünce yırttı, makasla da iyice düzeltti. 
Askerde öğrendiği el yazısıyla özenerek yazdığı ilanı dükkanın camına iliştirdi. Yusuf, SATILIK BAKKAL ilanını okurken babası da saçlarını okşuyordu.

MUSA AVCI

0 YORUMLAR

    Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...
YORUM YAZ