Tavuk Çiftliği
Tavuk Çiftliği
Nasıl da özlemiştim lapa lapa yağan karın çam ağaçlarıyla oluşturduğu kartpostallık görüntüleri. Adını koyamadığım çocukça bir sevinç kapladı içimi. Köy dolmuşları, tren katarı gibi sıralanmış kalkış saatini bekliyordu. Ayakçıların sesleri birbirine karışıyor, uğultuları ortalığa yayılıyordu. Karın durmasıyla kendimi garip bir boşlukta buldum.
Buğulanmış camlardan, dolmuşun içindeki yolcular bir gölgeden ibaretmiş gibi görünüyorlardı. Maviye çalan aracın boyası neredeyse seçilmez hale gelmişti. Açılıp kapanmaktan yorgun düşmüş kapısını gürültüyle açtım. İçeriye adımımı atınca sadece dolmuşlara has, o bilindik koku genzimi yaktı.
Başında yeşil ve beyazın ağırlıklı olduğu hacı takkesi, sakalları kırçıllaşmış, buharlaşan kalın gözlük camını eliyle silmeye çalışan, yetmişli yaşlarda bir ihtiyarın da gelmesiyle dolmuşta yer kalmamıştı. Kırk beş-elli yaşlarında, iri gözlü, sarı saçları seyrelmiş, hafif tombulca bir adam olan şoför, muavine seslendi:
- Kapat kapıları, gidiyoruz!
Birkaç deneme sonrası güçlükle çalışan motorun sesiyle mazot kokusunun da dolmuşa yayılması bir oldu.
Güç bela kapanan kapıdan, rüzgar hâlâ ince ince giriyordu. Bir an şoföre aracın kaloriferlerini açması için seslenecek oldum, isteğimin beni komik duruma düşüreceğinden endişelenerek susmayı tercih ettim.
Sakarya'nın bilindik nemi kendisini gösteriyor ve soğuk etkisini daha da artırıyordu. Alandüzü Köyü’ne doğru dolmuşun sarsıntısı eşliğinde yol alırken, kurumuş ağaçların beyaza bürünmesiyle ortaya çıkan, biraz hayalet biraz heykelimsi görüntüler; fantastik bir âleme taşıyordu insanı.
Derin hayallere dalmıştım ki köpek havlamalarıyla dünyadan kopamadığımı fark ettim. Önde mafya lideri; boynunda demirden tasmasının üzerinde korkutucu, ucu uzun sipsivri demirlerle iri kafalı malak cinsi bir köpek, arkasında ondan daha küçük yardımcıları, bir yarışçı hızıyla dolmuşum peşinden koşuyor; bir yandan da bütün hırsıyla havlıyorlardı.
Ara ara düzlükler olsa da hafif engebeli bir araziye yerleşmiş, bazıları oldukça büyük bazıları ise küçük denilebilecek genellikle tek katlı bahçeli, evler sıralanmıştı yol boyunca.
Duvarı taşla örülmüş bahçedeki yaşlı, yorgun, tüyleri birbirine karışmış titremesinden üşüdüğü anlaşılan eşeğe takıldı gözlerim. Acaba barınabileceği bir ahır yok mu diye içten içe üzülürken köye vardığımızı fark ettim.
Arabadan inerken hâlâ eşeği düşünüyordum. Dolmuştan inenler bir ritüeli yerine getirirmişçesine hareket ediyorlar, eşyalarını alıp farklı yönlere gidiyorlardı.
Her ne kadar konuşmak istesem de kimseyle tek kelam edememiştim, şimdi ise herkes bir yerlere gidiyordu.
Öylece kalakalmak…
Umudun, daha da önemlisi heyecanın yavaş yavaş küllenmeye başlaması bu olsa gerek, diye düşünürken; ince uzun, hafif rampa yolun başında köy meydanına on-on beş adımlık bir mesafede, alçak çatılı, yer yer sıvası dökülmüş küçük bir barakayı andıran kahve, dikkatimi çekti.
Bütün yaşanmışlığıyla öylece duruyordu. Yapmacıklığın yolunun dahi geçmesinin mümkün olmadığı samimiyeti, oradaki insanların gönül teline dokunan içten muhabbetleri Yeşilçam filmlerinden bir sahneyi anımsatıyordu.
İçinde bulunduğum belirsizlik ve yorgunluğa şimdi bir de üşüme eklenince kahve benim için sığınılması gereken tek liman olmuştu.
Kale gibi duran demir kapının kolunu aradım. Kapının ne kolu, ne tutacak ne de tutunacak bir yeri vardı. Öylece kalakaldım, sağa sola bakındım, derken kapının üst tarafındaki buzlu camda koyu bir gölge belirdi.
- Burası kapı değil, kapı arka tarafta, dedi.
Biraz üşüme biraz mahcubiyetin verdiği ağır yükle, orada duran ben değil bir cüceydi sanki. İçeri girdim.
Kahvenin tam ortasında, buranın tek hâkimi benim dercesine duran odun sobası, ocaktan gelen yeni demlenmiş taze çayın kokusu, gerçekliğe dair ne varsa hepsini kapı dışarı ediyormuşçasına insanı metafizik bir aleme taşıyordu.
Alışılmış bir hareketle ellerimi sobanın üzerine uzattım, sıcaklığı hissetmenin hazzını yaşadım bir süre. Isınan ellerimi ovuşturdum. Ayazdan al al olan yanaklarımı, elimin arasında alıp ısıtmanın keyfine vardım. Yarısına kadar kıpkırmızı olan sobada yanan odunların çıkardığı sesleri dinlemek, ruhumdaki tüm yorgunlukları alan bir terapiye dönüşmüştü.
İliklerime kadar ısınınca sobaya yakın, üzeri ekose kumaşla örtülmüş, kare masanın çamdan yapılmış sandalyesine oturdum. İki masa ileride yaşlıca birkaç amca sohbet ediyordu. Bir diğerinde ise iki genç şakalaşıyor, arada bir gülüşmeleri yayılıyordu baraka görünümlü kahveye.
Ortamın etkisiyle geçmişin derinliklerine daldım. Çocukluk, ilk gençlik, okul yılları, şatafatlı günler, hayal kırıklıkları, yaşananlar ve yaşanmayanlar... Hepsi bir bir yokluyordu zihnimi. Neden sonra saatime ilişti gözlerim.
Zaman oldukça ilerlemiş, kafamdaki belirsizlik iyiden iyiye derinleşmişti. Yıllar önce yaşadığım hayat, sis ardında kalan uzak hatıralardan ibaret de olsa, sorular peşimi bırakmıyordu. Sorular sorulara karışıyor, karmaşık bir hal alıyordu. Bu halimle labirent içinde yol bulmaya çalışan bir denek faresinden farksızdım.
Geçmişi düşünmek… Acıyla bezenmiş çileye maruz kalmak… Onurlu kalabilmek… Huzuru aramak…
Dışarı çıkıp dolaşmak belki iyi gelebilirdi. Elimi cebime attım. Kahveci, karşıda oturan kasketli adamı eliyle işaret ederek kulağıma fısıldadı:
- Senin çay paran verildi.
Şaşkınlık ve heyecan duygusunun karışımı bir hisle kahvecinin gösterdiği adama doğru kafamı kaldırıp baktım. Beni kim tanıyabilir ki?… Bir yandan da bana çay ikramında bulunan adamı tanımaya çalışıyordum. Uzaktan ya da yakından tanıdık gelmiyordu.
Zaten bu köye ilk kez geliyordum. Nereden tanıyacaktım ki?...
-Acaba Hacıoğlu'ndan olabilir miydi ya da Budaklar'dan? Yoksa Büyükesence'den mi? dedim. Yok… Dikkatlice tekrar süzdüm.
Uzun boylu, geniş omuzlu bir vücut, deniz mavisi gözler… Elindeki otuz üçlük kehribar tespihi sakin sakin çekiyor. Bunca yılın yorgunluğunu taşıyan omuzlar hafif düşmüş, güneş yanığı yüzü ise yer yer sarıya çalıyordu. Keskin dudaklarının üzerindeki pos bıyığı... Ve bu yakışıklılığıyla herhalde epey can yakmış olmalıydı. Kafasında sekiz köşe kasket, kendinden emin bir tavırla karşısındakine bir şeyler anlatıyordu.
Tanıma çabasıyla bir kez daha ona doğru bakıyordum ki bir an göz göze geldik. Babasından habersiz okulu kıran bir öğrencinin hiç beklenmedik şekilde babasına yakalanmasını andıran bir hisse kapıldım. Arkadaşlarının yanında evladını rezil etmemek için ona sevgiyle yaklaşan bir baba edasıyla tebessüm ederek bana baktı.
Babacan tavrından aldığım cesaretle yanına gittim. Kırık muhacir aksanıyla:
- Hoş geldiniz, diyerek yanındaki boş sandalyeyi gösterdi. Zihnimi bir türlü bırakmayan belirsizlikten sıyrılıp uysal bir koyun edasıyla sandalyeye oturdum.
-Hoş bulduk, çay için teşekkür ederim, hiç gerek yoktu, dedim.
Karmakarışık duygular, iç içe geçmiş sorular arasında çıkış yolu arayan zihnim, durmak üzereydi ki konuşmaya başladık. Nereden geldiğimden, kim olduğumdan, ne iş yaptığımdan hiç bahsetmedim, daha doğrusu söyleyemedim. Bana dair genel şeyler söyleyerek sorularını geçiştirmeye çalıştım. Daha çok soruları ben sordum, o da cevap verdi. Söz bana geldiğinde ya susuyor ya alakasız bir şeyler bulup onları söylüyordum. Ne zaman anlatmaya yeltensem, geçmişimle geleceğim arasında oluşan uçuruma düşme korkusu sarıyordu beni.
Bana Mert Hasan derler, dedi sakin ses tonuyla.
- Bu köyün en garibanı bendim, diyerek anlatmaya başladı.
“Babamı çocuk yaşlarda kaybettim. Annem ve üç kardeşimle ne zorluklar çektik bir bilsen. Kadıncağız bizleri el aleme muhtaç etmemek için nasıl çabaladı? Elimiz iş tutar olunca biz de tarla tapan işlerinde amelelik yapar olduk. Annemin yüküne ortak olduk.”
Anlattıkça gözleri buğulanıyor ama yine de metaneti elden bırakmak istemiyordu. Kız kardeşi hastalandığında Sakarya’ya hastaneye götürdüğünü, cebinde beş kuruş parası olmadığı için ilaç alamadığını, saatlerce aç aç nasıl beklediklerini söylerken sesine hakimiyetini yitirmiş, dili pelteleşmişti. Başını hafif kaldırarak mavi gözlerini kahvenin köşesine doğru sabitledi. Bir süre baktı. Cebinden çıkardığı bez mendille gözlerinin nemini aldı. Derin derin nefeslendi. Sarıya çalan yüzündeki üzüntü hali yerini tebessüme bıraktı.
- Çok şükür geçmişimden dolayı hiç utanmadım. Hep gururla bahsettim ve ediyorum da. Rabbim nelere kâdir... O zamanın gariban Hasan’ını bugünün Mert Hasan’ı yaptı.
Bazen duruyor, düşünüyor, tekrar tane tane konuşuyordu.
- Çok şükür şimdilerde bana Ağa Mert Hasan diyorlar. Uzun yıllar siyasette aktif rol aldım. Siyasetin her kademesinde görev yaptım. Allah bize memleket için hizmet etme lütfunda da bulundu, çok şükür.
Ne zaman köylüler arasında bir anlaşmazlık yaşasa Mert Hasan’a gidelim: “Onun özü sözü bir, güvenilir adam.” derler, bana gelirler. Benim sözümün üstüne söz söylemezler. Sağ olsunlar beni hem sayarlar hem de severler.
Arada bir söze karışıyor ardından tekrar sözü Mert Hasan’a bırakıyordum. Modern şehirlerde modern tekniklerle yapılan tedavilerde bulamadığım bir desteği alıyor, huzuru duyuyordum. Beynimi yiyip bitiren sorunlar yumağı buhar olup havaya karışmıştı adeta.
Geçmişinden utanmamak…
Acı çekmek, çile çekmek ama onurlu kalabilmek…
Ve huzura açılan kapı…
Gün boyunca çabalayıp günün sonunda alın terinin karşılığını alan bir yevmiyecinin duyduğu mutluluğu hissettim.
Her şeyini kaybetmiş bir insan olarak hayata yeniden başlayabilir, sabırla mücadele edersem, tekrar ayaklarımın üzerinde durduğum günlere geri dönebilirdim. Artık gidebilirdim tavuk çiftliğine.
Gönül rahatlığıyla yeni işyerim olacak çiftliğin yerini sordum. Hasan Amca’nın yüzünde karmaşık duyguların her tonunu barındıran bir merak belirdi.
- Hayırdır oraya niye gidiyorsun?
Günlerce cenk meydanlarında kılıç sallamış ve sonunda zafere ulaşmış muzaffer komutan tavrıyla ona cevap verdim:
- Hayata yeniden başlamaya…
0 YORUMLAR
Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...