Allıgüllüye Kim Kıydı?

Arif Güler’e
ALLIGÜLLÜYE KİM KIYDI?
Anılar biriktirmiştim yıkık viranelerde. Köşelerini ağlar bağlasa da bana beni anlatan viraneler vardı bıraktığım bu şehirde. Anlam yükleyerek yürüyordum geçmişe, beton yığınına dönmüş dar kaldırımlardan. İnsanlar geçiyordu yan yana, kol kola, gülmekle kahkaha arası sesleriyle; ruhları kerpetenle sökülmüş donuk yüzlü, siyah gözlüklü, kimi şişman kimi sıska... Cama bürünmüş kat kat, çeşit çeşit, renk renk beton yapılar arasında boğuluyordum. Kolezyumlara tıkılmış, kendini özgür zanneden bedbahtlara acıyordum, ışıltılı vitrinlerin önünden geçerken.
Gençliğimin baharında ilk atandığım yere gidiyordum. Yıllardır bin bir emekle tamamladığım eğitim hayatımın meyvesine kavuşma arzusuyla, uykusuz geçen gecenin sabahında, muavinin “Burada ineceksiniz!” komutuyla başlamıştı her şey. Bir elimde çamaşır dolu valiz diğerinde hediyelikler… Nemden yapış yapış olan bedenimle nasıl bir yere geldiğimi anlamaya çalışıyordum. Otobüs dediğin, garaja girer yolcusunu orada indirirdi. Bu şehirde garaj da mı yoktu, diye düşünürken üzerinde çarşı yazan taksi yanımda durdu. Şoför, camdan başını çıkarıp “Çarşı mı kardeş?” diye sordu.
Şoför hoşsohbet, hemen söze girdi. Benim nereden geldiğimi, ne iş yaptığımı soruyor muhabbete kapı aralıyordu. Kendinden bahsetti uzun uzun. Yan yatmış, boydan boya çatlamış, yarısına kadar toprağa gömülmüş evler hızla akıyordu. Binaların altından çıkan cansız bedenler, ağlayan çocuklar, yakınlarını yitirenler, beş parasız kalıverenlerle ilgili daha nice hazin hikayenin hücum ettiği küçük dünyam sarsıldıkça sarsılıyordu. “Geldik kardeş!” dedi. Arabadan inerken şoförün sesi ayağımdan çıkan toz bulutu hafifliğiyle havaya karışıp kayboldu.
Arnavut kaldırımlarına hasretle seslen “Gel boşluğumu doldur, sensiz her zaman eksiğim!” diyen toprak yolun derdiyle dertlenerek prefabrike valilik binasının önündeki banklardan birine oturdum. Eniştemin verdiği telefonu aradım, sözlerindeki sıcaklıkla geleceğimden haberli olduğunu belli eden sesin sahibi yolu tarif etti.
“Garın yanındaki dolmuşlardan Patates Hali yazana binip Hacıoğlu Sağlık Ocağı’nda in!” Hiç tanımadığım şehirde bir tanıdık olmasının güveniyle bindiğim dolmuş yol boyu sağlı sollu belli aralıklarla sıralanmış çam ağaçlarının arasından nehirdeki sandal esnekliğiyle akıyordu. Ev önlerinde özensizce duran incir ağaçlarından arada bir gelen koku Mona Roza şiirinin “Akşamları gelir incir kuşları… “dizesini çağrıştırıyordu. İstemsizce geniş yapraklar arasında incir kuşu arıyordum.
Hacıoğlu Sağlık Ocağı’nda indim. Selatin camilerindeki ihtişamdan uzak olsa da insana kalp olan kısa minareli cami, yanında kara fırın yazan basık dükkân… Tok insanı aç hissettirecek taze ekmek kokusu oradan geliyor olmalıydı. İndiğim dolmuş hareket edince iki katlı evin altında küçük mahalle kahvesi göründü. Kahvenin bahçesinde dört beş masa vardı. Masaların çoğunu yaşlı insanlar çevirmişti.
Ellili yaşlarda özenle taranmış beyaz saçlı, açık alınlı, saçlarıyla uyumlu kısa kaşlı, basık burunlu, geniş omuzlu, orta boylu biri bana bakıyordu. Ay ile güneş gibi ayrı alemlerde asılı olsak da birbirimizi tamamlayan iki dost gibi yaklaşıyorduk birbirimize. Elini öpmek için davrandım. Ellerini geri çekip beni sıkıca kucakladı. Kahvenin önünden geçip küçük bahçeli, birer ikişer katlı evler arasından yürüyüp tek katlı bir eve geldik. Beyaza boyanmış ahşap bahçe kapısı karşıladı bizi. Kapının sağında ortancalar, sardunyalar, sarmaşıklar, küpeliler sıra sıra dizilmişti. Üzeri pembe muşamba bezle örtülü masayı gösterdi. Oturduk.
Adını koyamadığım bir huzur yaşıyordum. Evin birkaç basamaklı beton merdiveninden Vasfiye Teyze’nin sesi duyuldu: “Kimler gelmiş, kimler, hoş gelmiş!” Her yanı samimiyetle bezenmiş bu karşılama karşısında şaşkınlığımı gizlemeye çalıyordum. Çok geçmeden alışmıştım bu gönül insanlarının ortamına. Kahvaltı, çay ve sohbet derken zaman öğleyi çoktan geçmişti.
Kısa sürede fakirhane benim manevi kapım olmuştu. Kibir, nefret, çokbilmişlik, ukala tavırlardan yılıp hayata küstüğüm vakitler bir koşu buraya geliyordum, yenilenip tazeleniyordum ve hayata taptaze umutlarla bağlanıyordum.
Kapı kapı, sokak sokak bütün güzellikler buradan neşet ediyordu sanki.
Bu şehre, bu mahalleye neden gecikmiştim. Kendime kızıyordum.
En cömert yanıyla yüreğinden bir parça tebessüm sunarken halini hatırını soran komşuların olduğu sokaklar, yıllanmış muhabbetlerin kıvama gelip çay eşliğinde demlendiği mahalle kahveleri…
Yaşlısı genç, genci ihtiyardı burada. Dost cümleler dökülüyordu dudaklardan sinelere. Sıkıntılar burada çözüme kavuşuyordu. Mesele ne ise, istişare edilip bir bilene havale ediliyordu. Kıskanmanın, çıkarcılığın, yalakalığın olmadığı mahalleydi Hacıoğlu.
Evler, sokaklar, bahçeler, ağaçlar, insanlar herkes ve her şey doğaldı burada. Lahmacun sokak aralarında seyyar arabalarda satılırdı. Öğle oldu mu herkesin kulağı muhacir aksanıyla, “lemacuunnn! lemaacuuunnnn!” diye bağıran nur yüzlü Kamil Amca’da olurdu.
Kış akşamları “Boozaaaa! Bozzaaa!” diye bağıran bozacılar geçerdi kapı önlerinden. Bir de çocukların meftun olduğu lezzet, sarısıyla kırmızısıyla yeşiliyle rengârenk alllıııguulüüü! Allıııgulllüü!
Benim için bu şehirde olmak, bu mahallede yaşamak bizi bize anlatan bir hikâye içinde gezinti yapmaktı.
En olmadık zamanda tayinim çıkmıştı. Yüreğimi, gönlümü kaptırdığım bu şehri gözyaşı içinde bırakıp da gitmiştim. Ahdetmiştim ilk fırsatta geri döneceğime.
Hayat denen değirmen bilmem kaç kez öğütmüş, beni bana unutturarak zamanı zamana eklemişti. Günleri aylara, ayları senelere çevirmişti. Seneler kendi içinde yıllanmış, iki basamaklı hanelere ulaşmıştı. Hayatımın ilkbaharından uzaklaşalı hayli vakit olmuştu.
Her geçen gün, hasret büyümüş o şehre gitme hevesim artmıştı. Kavuşmalıydım artık. O mahallenin sokaklarını tekrar tekrar dolaşıp hasretimi dindirmeli, lahmacunla karnımı doyurmalı, çocukça hislere kapılıp allıgüllü yalamalıydım. Boza içmenin vakti geçiyordu neredeyse.
Gitmeliydim.
Kavuşma vaktiydi.
Hangi yürek dayanabilirdi.
Yine bir eylül gününü seçtim gitmek için. Kavuşma özel olmalıydı. Sıradan olamazdı. Ritüeli yerine getirircesine özen gösteriyordum. İnce hesaplar yapıyordum.
Hediye önemliydi… Bir ajanda aldım elime… Tek tek yazmaya başladım isimleri. Ev halkı, kahvedekiler, sokak komşuları hatta lahmacun satan amcayı da eklemiştim hediye verilecekler listesine. Listedeki isimler uzadıkça uzamıştı. Şimdi de sıra hediye seçimine gelmişti. Hepsine ayrı ayrı hediyeler almalıydım. Günlerce üzerinde düşündüm. Çam sakızı çoban armağanı kabilinden hediyelerdi hepsi.
Eylül ayı çıkagelmişti. Vakit kavuşma vaktiydi. Özlemi dindirme vaktiydi. Aldığım hediyeleri bavula yerleştirdim. Bir ara kendi aracımla gitme fikri zihnimi yokladı. Her şey ilki gibi olmalı, deyip kendime kızıp vazgeçtim.
Aynı şirketten aylar önce aynı koltuk numarasını almıştım. Her şey aynıydı. Tıpkı ilki…
Otobüste herkes uyuyordu.
Yol uzadıkça uzuyordu.
Hiçbir levhayı kaçırmıyor kalan kilometreleri hesaplıyordum.
Geç olsa da güç olmamıştı, şehrin evleri arasından geçmeye başlamıştık. İlkinde dört yolda inmiştim, yine orada inmeliydim.
Muavine dört yolda durmasını söyledim. Yüzüme bakmadan cevap verdi:
-Beyefendi garaja gireceğiz.
Ne diyordu bu adam bu şehre gelen çoğu otobüs garaja girmez, yolcusunu dört yolda indirir, yoluna devam ederdi.
O da ne! Garaj değişmişti. Yeni bir yere taşınmıştı.
Umudumu taze tutmalıydım. Zaten Hacıoğlu Mahallesi’ne gidecektim.
Kim bilir beni görünce neler hissedecekler? Acaba beni tanıyabilecekler mi? Tanırlar, tanırlar tabi, onca geçmişimiz vardı! Hemen bir taksiye binmeliydim.
Bindim de…
Sevecenlikle “Merhaba, nasılsınız?” dedim. Şoför selamıma karşılık vermemişti. Yoksa beni duymamış mıydı? Hayır, hayır besbelli duyuyordu. Soğuk, mat ses tonuyla: “Nereye beyefendi?” dedi. Bu adam bu şehirden olamazdı. Evet evet kesinlikle başka yerden gelmiş olmalıydı. Yoksa böyle davranır mıydı hiç?
Yollar, caddeler, evler, mağazalar, alışveriş merkezleri, film şeridi gibi akıyordu aracın camından. Burası benim bıraktığım yer değildi. O sıcacık, seni içine alan şehir başka bir kent olmuştu.
Umudumu yitirmemeliydim.
Bir an önce Hacıoğlu’na gitmeliydim.
Taksi, çam ağaçlarının süslediği bulvarı hızla geçip Patates Hali’nden sağa dönerken içim içime sığmıyordu. Delice sevdiği kadınla ansızın karşılaşan adamdan farksızdım. Ellerim titriyor, kalbim olanca hızıyla çarpıyor, ayaklarımı hissetmiyordum. Aşk böyle bir şey olmalıydı. Nefesim kesiliyordu.
Aman Allah’ım! Burası ne olmuş? Binalar da neyin nesi? Kim koymuş buraya dört yanı revnak cam plazayı? Bu AVM’nin ne işi var Patates Hali’nde? Rezidans da nereden çıktı? Fikriye Teyze’nin evi değil miydi burası? Hani tek katlı muhacir evleri? Arif Baba’yla bizi buluşturan kahve hani? Fırın da mı yok?…
Oysa ben anılar biriktirmiştim yıkık viranelerde. Viraneler vardı bıraktığım bu şehirde. Köşelerini ağlar bağlasa da bana beni anlatan. Anlam yükleyerek yürüyordum geçmişe, beton yığınına dönmüş dar kaldırımlardan. İnsanlar geçiyordu yan yana, kol kola, gülmekle kahkaha arası sesleriyle, ruhları kerpetenle sökülmüş donuk yüzlü, siyah gözlüklü, kimi şişman kimi sıska... Cama bürünmüş kat kat, çeşit çeşit, renk renk beton yapılar arasında boğuluyordum. Kolezyumlara tıkılmış, kendini özgür zanneden bedbahtlara acıyordum. Işıltılı vitrinlerin önünden geçerken şoföre seslendim: “Terminale dönelim!”
Şaşkınlıkla bakıyordu, benim anılarımı yaşatma çabamı bilmeden.
Musa AVC
0 YORUMLAR
Bu KONUYA henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...